Mücahit SAV
EÜAŞ/ETKB Müşavir
20. yüzyılın sonunda dünyanın en zengin yüzde 20 nüfusuyla, en fakir yüzde 20’sinin arasındaki gelir ve refah farkı 1/59 olarak hesaplanmıştır. Bu oran 1980 yılında 1/45, 1970 yılında 1/32 ve 1960 yılında 1/30’du. Her geçen yıl zengin ve fakir bölgeler arasındaki gelir farkı giderek artmaktadır. Bununla birlikte yaşamın devamı için gerekli olan önceliklerin (enerji, su, hava, vb..) gelir ve refah seviyesinin düşük olduğu bölgelerdeki yokluğu; açlık, kıtlık, hastalıklar ve dünya savaşlarının çoğalmasına sebep olmaktadır. Dünya ekonomilerine yön veren süper güçlerin (Amerika, Çin, OECD, AB…) enerji dünyasındaki kıyasıya rekabetleri ve tüm insanlığı etkileyebilecek çevresel konulara yeterince önem vermemeleri sonucu, adaletten yoksun – yaşama saygısız ve çevreye duyarsız bir neslin bizi beklediğini söylemek çok da fazla abartılı bir söylem olmayacaktır.
1800’lü yıllarda ilk üretimine başlanan petrol ve petrol ürünlerinin kullanımı yaklaşık 200 yıldır devam etmektedir. Gelişmiş ülkelerin yatırım yapma hırslarından dolayı, emisyon artışının temel sebeplerinden olan petrol ve petrol ürünlerini kullanmaya devam etmesinin sonucu olarak, tüm insanlığın bir bedel ödemesi kaçınılmaz olacaktır.
Günümüz dünyasında kömür ve petrol gibi yakıtların yerini daha çok yine bir petrol türevi olan fosil kaynaklı doğal gaz ve nükleer enerji almıştır. Konvansiyonel yöntemlerle çıkarılan doğal gaz kullanımının tüm dünyada yaygınlaşmasından sonra yerine ikame edilebilecek olan kaya gazı, enerji dünyasına hızlı bir giriş yapmıştır. ABD gibi enerji kaynaklarında ithalatçı bir konumda olan gelişmiş ülkeler, ithalat oranlarını düşürmek için yoğun bir şekilde kaya gazı üretimine başlamışlardır. Ancak konvansiyonel yöntemlerin aksine hidrolik darbe metodu ile çıkarılmaya çalışılan bu yeni enerji kaynağının çevreye olan zararları nedeniyle insanlık yine tehlikelere maruz kalabilmektedir. İçme sularına verdiği zararlar ve deprem riski oluşturabilmelerinden dolayı birçok ülkede yasaklanan, bazı ülkelerde ise çalışmaları durdurulan kaya gazı da kullanılan diğer fosil kaynaklar gibi enerji dünyasında yerini almıştır.
Çin dünyanın en büyük kömür üreticisi, ABD ise günümüzde en büyük kaya gazı üreticisi olarak, söz konusu yerli üretimlerinden vazgeçmeyi düşünmemektedir. Dünyada karbon salımının büyük bir bölümüne sebep olan ABD ve Çin gibi gelişmiş ülkelerin, uluslararası anlaşma ve protokollere kısmen taraf olması veya azaltım taahhütlerinden sürekli imtina etmeleri ayrıca tüm bunlara ek olarak yüksek karbon içeren yatırımlarına da hız vermeleri, enerji ve çevre dünyasındaki adaletsizliği gözler önüne sermektedir.
Ayrıca, enerjide arz güvenliği sorunu da iklim değişikliği gibi önemli bir konuyu gündemden uzaklaştırmaktadır. Türkiye gibi komşu AB ülkeleri de enerjide büyük oranda dışa bağımlıdırlar. Bazı AB ülkeleri enerjide farklı kaynaklara yönelmek ve dışa bağımlılık oranlarını düşürmek için kömüre ağırlık vermişlerdir. Örneğin, Polonya elektrik ihtiyacının yüzde 90’ından fazlasını karşılamak için kömürden yararlanmaktadır. Bu haliyle söz konusu ülke, AB’nin karbondioksit emisyonu azaltma hedeflerini sekteye uğratmaktadır. Aynı şekilde Avrupa kıtasının dinamo ülkesi Almanya kömürlü santralleri hala yoğun bir şekilde kullanmaktadır. İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, Avusturya, Macaristan, Çekya ve Yunanistan da kömürden elektrik üretim potansiyeli yoğun olan ülkeler arasındadır.
Yıllarca verilen sübvansiyonlarla yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelen birçok ülke, kimi yıllarda içine düştükleri ekonomik kriz sonrası farklı kaynaklara da yönelmeye başlamak zorunda kalmıştır. Çünkü sübvansiyonlarla gelişimini sürdüren yenilenebilir enerjinin geleceği, ülkelerin ekonomik zenginliğine bağlı olmakta, neticede söz konusu sübvansiyonlardaki çok küçük oranlardaki oynamalar bile enerjide ibreleri tamamen değiştirebilmektedir.
Önce Yatırım mı Önce Çevre mi?
Başta enerji olmak üzere birçok sektör yatırımlarındaki hızlı artışlar, beraberinde büyük çevresel sorunları getirmiştir. Neticede bu sorunları azaltacak veya ortadan kaldıracak hukuki kuralların ortaya konma zorunluluğu oluşmuştur. Bu alanda en öne çıkan kural; herhangi bir projenin veya yatırımın çevre üzerindeki etkilerini belirlemek için 40-50 yıl öncesinde ABD ve AB ülkelerince başlatılan, Türkiye’nin ise 90’lı yılların ortalarına doğru uygulamaya koyduğu Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)’dir.
Hem Kamu tarafının hem de piyasa tarafının en çok zorlandığı çevresel konuların başında gelen ÇED, çoğu zaman şirketler ile Kamu Kuruluşlarını halkla karşı karşıya getirebilmektedir. Karadeniz bölgesinde yapılan hidrolik santrallerin doğaya ve iklimlerin değişimine, kıyı kesimlerinde yapılan rüzgâr santrallerin başta kuşlar olmak üzere canlılara, daha çok iç kesimlerde yapılan termik santrallerin havaya ve tabiata zarar verebilmeleri sonucu; bu kaynaklarla yapılacak olan enerji santrallerinin çevresel raporlarının hazırlanmasındaki güçlüğü daha net göstermektedir. Ancak enerji arz güvenliği için yapılması gerekli olan söz konusu yatırımların, mümkün olduğu kadar çevreye az zarar vermesi ve çevresel riskleri minimize etmesi için hem Kamu tarafına, hem özel sermaye tarafına, hem de bölge halklarına sorumluluklar düşmektedir.
Türkiye’de, Çevre Kanunu 1983 yılında yürürlüğe girmiş olup, Kanunu tamamlayıcı ikincil mevzuatlar çok sonradan yayınlanmıştır. Ülkedeki düşük kalorili kömürlerin kullanılmasıyla kurulumu yapılan termik santrallerin birçoğunun yapım kararı, Çevre Kanunu ve ilgili yönetmeliklerin henüz yayınlanmamış olduğu 1980 yılı öncesinde verilmiştir. Dolayısıyla mevzuatlar yürürlüğe girdikten sonra termik santrallerin çalışması için rehabilitasyonlar, revizyonlar ve büyük yatırımların yapılması gerekmiştir. Eski santrallerin yeni mevzuatlara adapte olması uzun zaman almıştır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye için de kömür kullanımından kaynaklanan emisyonların sıfırlanması yakın dönemde mümkün görülmemektedir. Hatta Türkiye’nin kömür üretimi birçok ülkeye kıyasla çok iyi olması nedeniyle kömür kaynaklı üretim şeklinin devamından yana bir eğilim vardır ve uzun bir dönem devam etmesi söz konusudur. Son yıllarda doğal gaza gösterilen ilginin çevresel bir risk getirmediği ancak yüzde 98 gibi çok yüksek oranda diğer ülkelere bağımlı olunması, ülke ekonomisine de bir külfet getirdiği bilinmektedir. Doğal gaz yerine kömür kullanımını artırma durumunda ise iş dönüp dolaşıp tamamen çevre üzerinde kalmaktadır.
Türkiye’nin cari açığının büyük bir bölümü, sera gazlarının oluşmasına en çok katkı yapan enerji sektöründen kaynaklanmaktadır. Petrol ve petrol ürünlerine olan ilgi, enerjide hem dışa bağımlı olunmasını sağlamakta, hem de cari açığın yükselerek ekonomik dengeleri değiştirmesine sebep olmaktadır. Türkiye gelişmekte olan ülkeler içerisinde yer aldığından dolayı, üretim tesislerini artırarak ekonomik bir kalkınma gerçekleştirebilmesi için zorunlu bazı çalışmalar yapması gerekmektedir. Dolayısıyla gelişmekte olan her ülkenin gelişimini tamamlayana kadar enerjiden sanayiye kadar tüm yatırımlarına devam etmesi önceliğidir.
Son yıllarda enerji tarihine damgasını vuran en önemli olay; korona salgını olmuştur. 2019 yılında başlayan ve tüm dünyaya yayılan Covid-19 salgını, enerji sektörünün durağanlaşmasına, çevre sektörünün de bir nebze olsun rahatlamasına sebep olmuştur. Bu salgın esnasında petrol arzı son 50 yılın en düşük seviyesini görmüştür. Doğal gaz fiyatları da son 20 yılın en düşük seviyesine inmiştir. Petrol ve doğal gaz fiyatlarının düştüğü bu dönemde, Türkiye’nin dış ticaret açığı da önemli oranda düşmüştür.
Salgının yayıldığı son iki yıl içerisinde fosil kaynaklı yakıt tüketimindeki düşüşün sonucu olarak karbon salım miktarı azalmıştır. Hatta uzmanlara göre; karbon emisyon oranları, 2020 yılında Covid-19 salgınının etkisiyle, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük düşüşü yaşamıştır. Bu da çevre kirliliği ve insan sağlığı açısından ülkelerin lehine gelişen bir süreç olmuştur. Türkiye’de ise buna ek olarak yenilenebilir enerji kaynaklarına çok ağırlık verildiği için söz konusu süreç iyi değerlendirilmiştir.
Düşük Karbon Ekonomisi
Düşük Karbon Ekonomisi; üretim yapılan herhangi bir sektörün, atmosfere mümkün olan en az miktarda karbon yani sera gazı salımı vermesi ile oluşturduğu bir ekonomik yapıdır. Son dönemlerde, karbonun bir finansal değerinin oluşması sonucu düşük karbon teknolojilerine doğru bir yönelim başlamıştır. Uluslararası arenada oluşturulan mekanizmalar sayesinde, ülkeler ve şirketler; Yeşil Ekonomi denilen daha çevreci bir yapılanma içerisine girerek, hem kendileri için hem de tüm dünya için fosil yakıtlı bir yaşamdan düşük karbon içeren enerji kaynaklı bir yaşama doğru geçiş yapmaya başlamışlardır.
Son senelerdeki sera gazı salımlarındaki durağanlık veya kısmi azalmaların nedeni; yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği gibi iklim dostu kaynakların ülke çapında çok fazla ilgi görmesi, bunun sonucu olarak düşük karbon ekonomisinin hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır. Her sene yapılan elektrik enerjisi üretim kapasite artışları içerisindeki yüksek oranlı yenilenebilir enerji payları, Türkiye’nin düşük karbon ekonomisine geçiş sürecini hızlandırmaktadır.

Türkiye’de düşük karbon üretimine destek olabilecek çalışmaların başında nükleer tesislerin kurulması gelmektedir. Fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkan sera gazlarının, Mersin’de kurulması düşünülen nükleer santral sayesinde atmosfere salınmayacağı gerçeği, Türkiye’nin Yeşil Ekonomiye geçiş basamaklarından biri olduğu için çok önemlidir. Nükleer enerjiye karşı oluşturulan tüm önyargılar ise gelişmekte olan ülkelerin nükleer enerjiye yönelmelerini engellemekten başka bir şey değildir.
2000’li yıllarda doğal gaz kullanımında önemli artışlar görülmüştür. Doğal gazın karbon içeriğinin düşük olması ve tam yanma sağladığı için enerji üretiminden kaynaklanan karbondioksit artış eğilimi düşmüştür. Kamu’ya ait fuel-oil ile çalıştırılan termik santrallerde yakıt dönüşümü yapılarak, santrallerin daha ucuz ve daha temiz yakıt olan doğal gaz ile çalıştırılması sağlanmıştır.
Ülke içerisinde tüketilen petrolün üçte ikisi ulaşım sektöründe kullanılmaktadır. Karayolu ulaşımı, insan kaynaklı karbondioksit salımının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Fosil yakıtların tükenme noktasına geleceği düşünülerek petrolün en çok kullanıldığı ulaştırma sektöründe alınacak önlemler ile petrol tüketimi hızlı bir şekilde düşürülmelidir. Dünyayı fosil yakıtlara bağımlılıktan kurtarabilecek önlemler arasında elektrikli araçlar son dönemde önem kazanmıştır. Bu kapsamda; Türkiye’de özellikle elektrikli araçların kullanılması yaygınlaştırılmalıdır. Bu sayede kentlerdeki yerel hava kalitesinin iyileşmesi ve yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanan elektrik enerjisi ile hem ulaştırma hem de elektrik sektöründe enerji üretimi ve tüketiminden kaynaklanan karbondioksit emisyonlarının azaltılması sağlanacaktır.
Gelişmiş ülkelerin yalnızca çevre duyarlılığı nedeniyle değil, ticari kaygılarla da iklim değişikliğini gündeme taşıdıklarını göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak her ne kadar düşük karbon ve emisyon politikaları, gelişmiş ülkelerin yeni piyasalar arayışını beraberinde getirse ve bunu temel uluslararası sorunlardan biri olarak sunsalar da, sonuçta enerji – iklim ikilemi sonucunda doğan çevresel boyutlar göz ardı edilmemelidir. Nitekim kayda değer büyüklükte bir piyasa haline gelen karbon piyasaları; iklim değişikliği ile mücadelede birçok faktörün göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Karbon fiyatlarıyla dalgalanan bu yeni sistem; emisyonlar, temiz enerji ve iklim değişimi konseptleriyle yeni ekonomik rekabetlerin bir alanı olmaya doğru gitmektedir. Zira sürekli büyüyen ve hal-i hazırda milyarlarca dolarlık bir piyasayı oluşturan sektörde rekabet de kaçınılmaz olmaktadır.
Başta Türkiye olmak üzere, AB, ABD ve OECD ülkeleri yatırımlarını sürdürürken, sürdürülebilirlik ilkesince stratejilerini belirlemeye çalışmakta, özellikle enerji alanında çeşitliliğe önem vermek istemektedirler. Petrole olan bağımlılığın yanında özellikle önemli markaların ve şirketlerin çevreci bir duruş sergilemeleri -ister reklam amaçlı olsun, ister çevre amaçlı olsun- enerji&çevre dünyasında güzel bir yaklaşım tarzı olmaya başlamıştır.
Enerji dünyasında, eskilerin dediği gibi ‘yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal’ çıkmazına girmemek için ülkelerin ‘ya yatırım yapmayı ya da çevreyi’ tercih etme yerine ‘hem yatırımı hem de çevreyi’ birlikte isteyen ülke profili çizmesinden başka çareleri bulunmamaktadır.
Kaynaklar
- Girgin K., Bilen I., 21. “Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti ve Sorunları”, Yeni Yüzyıl yayınları, Dr. Müh. Cenk Sevim, Türkiye 12. Enerji Kongresi,
- Sav M., Düşük Karbon Ekonomisi – EPDK Bülteni, Enerji ve Çevre Dergisi,
- Salgın Sonrasında Enerji Dönüşümü ile Sürdürülebilir Büyüme Raporu, SHURA Enerji Dönüşüm Merkezi