Yrd. Doç. Fehmi Tanrısever
Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi
Türkiye’de enerji politikaları geliştirilirken cari açığın azaltılması ve aynı zamanda da arz güvenliğinin sağlaması öncelikli olarak ele alınması gereken iki meseledir. 2013 yılında, Türkiye’nin 99.78 milyar dolarlık dış ticaret açığının 56 milyar dolarını tek başına enerji ithalatı oluşturmaktaydı. Aynı yıl petrolde dışa bağımlılık oranı %92 iken bu oran doğal gaz için %98 olarak gerçekleşmiştir. Enerjide dışa bağımlılık bu kadar yüksek oranlarda seyrederken, yenilenebilir kaynaklarının enerji üretimindeki payı ise (barajlar hariç) sadece %4 civarındadır. Dahası güneşlenme konusunda Avrupa ülkelerine nazaran çok daha avantajlı olan Türkiye’de kurulu güneş enerjisi kapasitesi ise yok denecek kadar azdır. Oysaki güneş enerjisi yatırımları ile hem cari açık azaltılabilir hem de kaynak çeşitliliği ile arz güvenliği artırılır ve dışa bağımlılık azaltılabilir.
Güneş enerjisinin Türkiye için sunduğu fırsatlar farklı platformlarda, farklı paydaşlar tarafından sıklıkla dile getirilmekte ve enerji kamuoyunda halen konuşulan önemli başlıklardan birisi olmaya devam etmektedir. Bununla beraber, güneş enerjisinin sunduğu fırsatları değerlendirmek ve yatırım projelerini hayata geçirmek için hazırlanması gereken yol haritaları ve teşvik mekanizmaları kamuoyunda çok az tartışılmıştır. Oysaki yanlış yol haritaları ve yatırım teşvikleri, güneş enerjisinin Türkiye için sunduğu fırsatları kolayca risklere dönüştürebilir.
Güneş enerjisi denildiğinde hiç kuşkusuz akla gelen ilk ülke Almanya’dır. Alman Hükümeti’nin, Eylül 2010’da, devreye aldığı yenilenebilir odaklı enerji programı, Energiewende, Alman enerji piyasasında geçtiğimiz 4 yıl içerisinde devrim niteliğinde değişiklikler yapmıştır. Bu program sayesinde Almanya, 37 GW’ı aşkın kurulu güneş kapasitesi ile dünyanın en büyük kurulu gücüne sahip olmuştur. Bu sayede Almanya tükettiği elektiriğin yaklaşık %5’ini güneşten elde eder hale gelmiş ve hatta sıcak yaz günlerinde bu oran zaman zaman %50’lere kadar ulaşmıştır. Bu ‘başarı hikayesi’nin altında yatan en önemli iki faktör yüksek teşvikler ile yatırım ve lisanslama prosedürlerininin hızlı işlemesidir. Türkiye’de de Almanya modeli, anlaşılabilir sebeplerden dolayı, özellikle yatırımcılar tarafından sıklıkla dile getirilmekte ve Türkiye’nin güneş enerjisine verdiği teşvik, 13.3 dolar cent/kWs, eleştiri konusu olmakta, hatta zaman zaman yatırımların istenilen düzeyde gerçekleşmemesinden sorumlu tutulmaktadır.
Her ne kadar Almanya güneş enerjisi penetrasyonunu hızlı bir şekilde gerçekleştirmişse de, Alman deneyiminden alınacak önemli dersler vardır. Almanya’nın geçmişte yenilenebilir enerjiye verdiği teşviklerin aşırı yüksek olduğu bugün, Alman hükümeti dahil, herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Zira 2010 yılında 30 euro cent/kWs’nin üzerinde olan teşvikler bugün itibarıyle 13 euro cent/kWs dolaylarına kadar gerilemiştir. Ancak bunun faturasını Alman hanehalkı, Danimarka’dan sonra, Avrupa’nın en pahalı elektriğini kullanarak ödemekte ve daha uzun bir süre de ödemeye devam edecek gibi görünmektedir. 2013’ün ikinci yarısı itibariyle Alman tüketiciler elektriğe 29.2 euro cent/kWs öderken Fransız tüketiciler 14.2 euro cent/kWs ödemişlerdir. [1]
Bu konuda Türkiye doğru bir politika izlemiş ve güneş enerjisi için teşvik miktarını 13.3 dolar cent/kWs olarak belirlemiştir. Bu fiyat yatırımların sürdürülebilirliği açısından makul ve fizibıl bir fiyattır. Lisans başvurularına olan yoğun ilgi ve hızlı bir tedarik piyasasının oluşması teşviklerin yeterli olduğununa dair önemli bir göstergedir. Türkiye açısından kısa vadede güneş enerjisinin penetrasyonun önündeki en önemli engel ise bürokratik ve yasal prosedürlerdir. Bu prosedürler hızlandırıldığı ve azaltıldığı takdirde yatırımlar da hızla devreye girecektir.
Daha uzun vadeli düşünüldüldügünde ise güneş enerjisinin önündeki en önemli engel, güneş enerjisinin darbeli üretim yapısının makul bir maliyetle nasıl yönetileceği sorunudur. Mesela Almanya’nın güneş üretimi sıcak yaz günlerinde %50’lere kadar çıkarken akşamüstü aniden sıfıra düşmektedir. Her ne kadar elektriğin ihtiyacının yarısını güneşten elde etmek çok güzel gibi görünse de bu %50’nin bir anda %0’a düşmesi şebeke yönetimi açısından önemli sorunlara yol açmaktadır. Elektrik enerjisi verimli bir şekilde depolanamadığı için gündüz güneş üretiminin artması baz yük (base-load) diye tabir edilen çok verimli ve ucuz kaynakların gündüz devreden çıkmasını ve akşam üstü tekrar devreye girmesini gerektirir. Bu da normalde 24 saat aralıksız üretim yapmak üzere dizayn edilmiş nükleer ve kömür santrallerinin gündüz kapatılıp akşam tekrar devreye alınmasını gerektirir. Nükleerde bu durum mümkün olmadığı için bu olay kömür ve doğal gaz santralleri ile yönetilir. Bu da geleneksel üretim araçlarının kapasite faktörlerinin ve verimliliklerinin düşmesine yol açar. Dolayısıyla güneş enerjisi kapasitesinin artması şebeke dengelenmesinde sıkıntılara yol açarak, geleneksel üretim kapasitesine olan ihtiyacı artırıp fiyatlar üzerinde baskı oluşturabilir. Almanya’nın verimsiz kömürsüz santrallerini kapatamamasının önemli bir sebebi de budur.
Türkiye henüz güneş enerjisinde yolun çok başındadır ve önünde başarı ve başarısızlıkları ile bir Almanya örneği durmaktadır. Güneş enerjisi yatırım ve teşvikleri planlanırken bunun diğer üretim kaynaklarına ve şebekeye uzun vadeli etkisi hesap edilmeli ve en az 10 yıllık entegre planlar yapılmalıdır. Bu noktada enerji depolama ve üretim dengeleme sistemlerine verilen teşvikler güneş enerjisi yatırım teşvikleri ile paralel hazırlanmalıdır. Şebeke dengeleme problemi göz önüne alınarak yatırımlar planlanırsa Türkiye’nin elektriğinin %5-7’sini uzun vadede güneşten elde etmesi ve bunu da elektrik fiyatlarını çok artırmadan yapması mümkün olabilir.
*”Yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Türkiye Enerji Vakfı’na aittir. Tekrar yayınlanması halinde kaynak gösterilerek bu sayfaya aktif bağlantı sağlanması zorunludur.”